ULUSLARARASI ÇEVRE HUKUKU

 

Genel Olarak

Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrasının ilk cümlesi uyarınca uluslararası andlaşmaların iç hukukta uygulanması kendiliğinden değil, bir iç hukuk işlemi aracılığıyla olmaktadır. Çünkü bu hükme göre “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir”.

“Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır”.

Çevre koruma sözleşmeleri alanındaki en önemli ilkelerden birisi “geriye-gitmeme” (gerilememe) non-regression ilkesidir. Anlamı evrensel-bölgesel ve ulusal düzeyde, bu alanlarda atılacak her adımın (politika, mevzuat ve uygulamalar) bir öncekinden daha ileri olması gerektiğidir. Esasen Anayasa’nın 56. maddesinde yer alan “çevreyi geliştirmek” ifadesinde de bu ilke zımnen yer almaktadır.

“Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.
Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir”.

Çevreyi koruyucu girişimlerin genelde, özellikle yaşam ve sağlık hakkı başta olmak üzere, temel hak ve özgürlükleri genişletici ve geliştirici etki yaptığı görülmektedir. Bu durum AİHM’nin içtihatlarıyla da somutlaşmıştır. Çünkü yaşanacak bir çevre kalmaması durumunda başta yaşam olmak üzere başka haklardan söz edilemeyecektir. Anayasalarda çevre hakkını ayrıca düzenleme gereksinimi duyulmasının da temel nedeni budur.

 

Hava kirliliği ile mücadele ve atmosferin korunmasına yönelik uluslararası antlaşmaları beş başlık altında toplamak mümkündür:

 - 22.3.1985 tarihinde kabul edilen Viyana Sözleşmesi, ozon tabakasında meydana gelen değişikliklerin insan sağlığı ve çevre üzerinde oluşturabileceği olumsuz etkileri önlemek amacını taşımaktadır. Sözleşme, bu amaca yönelik olarak, belli bazı maddelerin kullanımına ilişkin olarak hukuken bağlayıcılığı bulunmayan indirim yükümlülüklerine yer vermektedir.  - Viyana Sözleşmesi’ni tamamlama gayesine yönelik olarak 16.9.1987 tarihinde imzalanan Montreal Protokolü ise, ozon tabakasına zarar veren CFC (Kloroflorokarbon) gazlarının üretiminin ve kullanımının belirli bir dönem içerisinde kısıtlanmasına yönelik hukuken bağlayıcı hükümler içermektedir.  - Rio Zirvesi münasebetiyle 1992 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, küresel iklim değişikliği ile mücadele amacına yönelik olarak genel ilkeler, eylem stratejileri ve hukuki bağlayıcılıktan yoksun bazı yükümlülükler içermektedir.

 - İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin ortaya koyduğu hukuki çerçevenin doldurularak, hukuken bağlayıcı emisyon indirim hedeflerinin belirlenmesi ise ancak, 1997 yılında kabul edilen Kyoto Protokolü ile gerçekleşmiştir. Bu emisyon indirim yükümlülüklerin nasıl yerine getirileceğini ayrıntılı bir şekilde ele alan Kyoto Protokolü ayrıca, taraf ülkelerin bu yükümlülüklerinin hayata geçirilmesi için esnek mekanizmalar öngörmektedir.  - 13.1.1979 tarihinde Cenevre’de kabul edilen Uzun Menzilli Sınırlar Ötesi Hava Kirlenmesi Sözleşmesi, taraf devletleri bilhassa uzun menzilli sınıraşan hava kirlenmesinin önlenmesi ve bu tarz kirlenmenin aşamalı bir biçimde azaltılması için gerekli olan tedbirleri almakla mükellef kılmaktadır. Ortak politika ve stratejiler geliştirip, bunları hayata geçirmek dışında bu antlaşma, taraf devletleri bilgi alışverişi, istişare ve bilimsel çalışmalar yürütme konusunda işbirliği ile mükellef kılan hükümlere yer vermektedir.

 

Doğanın ve biyolojik çeşitliliğin korunması konusunda hükümlere yer veren başlıca uluslararası antlaşmalar ise şunlardır:

 - CITES veya Washington Sözleşmesi olarak da adlandırılan Nesli Tehlikede Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme,  nesilleri tehlikede olan yabani hayvan ve bitki türlerinin ticaretini düzenleyen hükümler içermektedir. Bu sözleşmenin eklerinde yer alan 30 bine yakın bitki ve hayvan türü için, farklı derecedeki koruma tedbirleri öngörülmüştür.  - Rio Zirvesi vesilesiyle 1992 yılında imzalanan diğer bir antlaşma olan Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, biyolojik ve genetik kaynakların korunmasının ve sürdürülebilir kullanımının sağlanması amacını taşımaktadır.  - Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin ek protokolü niteliğinde olan Cartagena Biyogüvenlik Protokolü ise, genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) sebep olabileceği potansiyel riskleri ele almaktadır. Protokol bu bağlamda, insan sağlığı üzerindeki riskler de göz önünde bulundurularak ve özellikle sınır ötesi hareketler üzerinde odaklanarak, biyolojik çeşitliliğin korunması ve sürdürülebilir kullanımı üzerinde olumsuz etkilere sahip olabilecek genetiği değiştirilmiş organizmaların güvenli taşınma, işlenme ve kullanımı alanında yeterli bir koruma düzeyinin sağlanmasına katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. Ülkemizde bu amaçla kurulan Biyogüvenlik Kurulu 2018 yılında kaldırılmıştır.

 - 1979 yılında kabul edilen ve Bern Sözleşmesi olarak da adlandırılan Avrupa'nın Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi, Avrupa Konseyine üye ve bu sözleşmeyi imzalayan diğer devletlerde hayvan ve bitki türleri ile bu türlerin doğal yaşam alanlarını korumayı ve bu hususta devletlerarası işbirliğini sağlamayı amaçlamaktadır.  - Özellikle Su Kuşları Yaşama Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkındaki Sözleşme (Ramsar Sözleşmesi) ise, 1971 yılında kabul edilmiş olup, taraf ülkelerin kendi topraklarında bulunan uluslararası önemdeki sulak alanları belirleyip, bu sulak alanların korunmasını ve akılcı bir şekilde kullanılmasını sağlamayı amaçlamaktadır. Bu sözleşme esas olarak, kuşların en önemli üreme alanlarından olan bataklık alanların korunmasını amaçlamaktadır.  - Özellikle Afrika’da Ciddi Kuraklık ve/veya Çölleşmeye Maruz Ülkelerde Çölleşmeyle Mücadele İçin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, çölleşme ile mücadele ve kuraklığın etkilerini hafifletme amacına yönelik olarak 1994 yılında kabul edilmiştir.

 - 1979 yılında kabul edilen ve Bonn Sözleşmesi olarak da anılan Yaban Hayvanların Göçmen Türlerinin Korunmasına İlişkin Sözleşme’nin temel hedefi, yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olan türlerin doğal yaşam alanlarını korumak ve eski haline getirmek, göç yolları açısından gerekli yerlerde uygun yaşama alanları ağının bakımını sağlamaktır.  - 1991 yılında kabul edilen Antarktika Çevre Protokolü, taraf ülkeleri Antarktika’da bulunan canlı topluluklarını, atmosferi, kara, su, buzul ve deniz çevresini insanlığın ortak mirası olarak korumakla mükellef kılmaktadır.  - 1972 yılında kabul edilip 1975 yılında yürürlüğe giren Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme’yi de bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Bu sözleşme kapsamında tanımı yapılan anıtlar, yapı toplulukları ve diğer alanlar, UNESCO tarafından Dünya Kültürel ve Doğal Mirası Listesine alınmakta ve özel bir korumaya tabi tutulmaktadır.

 

Suların ve deniz çevresinin uluslararası alanda korunmasına ilişkin başlıca antlaşmalar ise şunlardır:

 - 1973 yılında kabul edilen Denizlerin Gemiler Tarafından Kirletilmesinin Önlenmesine Dair Uluslararası Sözleşme (MARPOL 73) ve bu sözleşmeyi tamamlayacak şekilde 1978 yılında hazırlanan protokol (MARPOL 78), esas olarak denizlerin gemi kaynaklı kirlenmesinin önüne geçmeyi, kirlenmenin gerçekleştiği durumlarda ise oluşacak zararı en aza indirmeyi amaçlamaktadır.  - 1982 yılında kabul edilen Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi, deniz çevresinin korunmasına yönelik kurallar bakımından genel bir çerçeve oluşturmuş ve kendisinden sonra bu alanda yapılan diğer antlaşmaları ve ülke uygulamalarını önemli ölçüde etkilemiştir.  - 1976 yılında Barselona’da imzalanan Akdeniz’in Kirlenmeye karşı Korunmasına İlişkin Sözleşme, Akdeniz Bölgesi’nin deniz ortamının korunmasına katkıda bulunmayı hedeflemektedir.  - 1992 yılında Bükreş’te kabul edilen Karadeniz’in Kirlenmeye Karşı Korunması Sözleşmesi, esas olarak Karadeniz'in deniz çevresinin korunmasını hedeflemektedir.

 

Çevrenin korunmasına ilişkin usuli düzenlemeler içeren uluslararası antlaşmaları iki başlık altında toplamak mümkündür:

 - 1991 yılında imzalanan ve 1997 yılında yürürlüğe giren ESPOO Sözleşmesi olarak da adlandırılan Sınıraşan Çevresel Etki Değerlendirmesi Sözleşmesi, ciddi nitelikte sınıraşan çevresel sonuçlar doğurabilecek faaliyetlere ilişkin kararların alınması sürecinde taraf ülkelerin ve kamunun katılımını ve diğer hak ve görevlerini düzenlemektedir.  - 1998 yılında kabul edilen Aarhus Sözleşmesi olarak da anılan Çevresel Konularda Bilgiye Erişim, Karar Verme Sürecinde Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi, herkesin çevreyle ilgili bilgilere ulaşma, çevre ile ilgili konularda karar alma sürecine katılma ve çevre ile ilgili hususlarda yargı yoluna başvurma hakkının güvence altına alınmasını amaçlamaktadır. Bu amaca ulaşmak için taraf devletler, çevre ile ilgili verileri derleme ve bu verileri dileyen herkese sunmakla yükümlü kılınmıştır. Aarhus Sözleşmesi, çevrenin korunması konusunda herkese hak tanıyan ilk uluslararası sözleşmedir.

 30 Ekim 2001 tarihinde yürürlüğe giren Aarhus Sözleşmesi’ni Türkiye çeşitli çekinceler ileri sürerek henüz imzalamamıştır. Vatandaşlık, milliyet ve ikametgâh ayrımı yapılmaksızın öngörülen bazı hakların ülkemizin egemenlik haklarını tehdit edebileceğine dair kaygılar, GAP gibi sınıraşan sular üzerindeki projelerin engellenebileceğine dair endişeler, mili güvenliğimizin tehlikeye düşebileceği yönündeki gerekçeler, ülkemizin sözleşmeyle üstlenilecek yükümlülükleri yerine getirecek teknik kapasiteye sahip olmaması ve yatırım kararlarının gecikebileceği yönündeki kaygılar, Türkiye’nin bu sözleşmeyi imzalamasına engel oluşturan başlıca nedenlerdir.  - 1989 yılında imzalanan Tehlikeli Atıkların Sınırötesi Taşınımı ve Bertaraf Edilmesinin Kontrolüne İlişkin Basel Sözleşmesi ise, tehlikeli atıklarla diğer atıkların oluşumunun ve sınır ötesi taşınımının insan sağlığı ve çevre için büyük bir tehdit oluşturduğundan hareketle, bu atıkların oluşumunu miktar ve tehlike potansiyeli açısından asgari düzeye indirmeyi amaçlamaktadır.

 

Türkiye'nin taraf olduğu başlıca çevre anlaşmaları şunlardır:

Somut bir örnek: 3. Havalimanı – Dava Dilekçesi

 ‘‘ ÇED Raporunda (sf:20) 'Yapılması planlanan İstanbul Bölgesi 3. Havalimanı projesi kapsamında kıyı kenar çizgisinden ileride herhangi bir şekilde yapılaşmaya gidilmesi ve deniz dolgusunun yapılması bu aşamada planlanmamaktadır.' denilmişse de, meslek odaları tarafından yargıya taşınan planlarda plan tasdik sınırları kıyı kenar çizgisini aşarak yaklaşık 20 hektarlık Karadeniz su alanını da hava alanı lejandında göstermektedir.  Bu durum Karadeniz'in Kirlenmesine Karşı Korunması Sözleşmesi ve Protokolü'ne aykırıdır. ’’

 

Paris Anlaşması

 Kyoto Protokolü’nün 2020 yılında sona erecek olması sebebiyle, 2015 yılında Fransa’nın Paris kentinde gerçekleştirilen 21. Taraflar Konferansı’nda (COP21), 2020’den sonra geçerli olacak Paris Anlaşması kabul edilmiştir. Anlaşma, 5 Ekim 2016 itibariyle, küresel sera gazı emisyonlarının %55’ini oluşturan en az 55 tarafın anlaşmayı onaylaması koşulunun karşılanması sonucunda, 4 Kasım 2016 itibariyle yürürlüğe girmiştir. Ülkemiz ise Paris Anlaşması’nı, 22 Nisan 2016 tarihinde, New York’ta düzenlenen Yüksek Düzeyli İmza Töreni’nde 175 ülke temsilcisiyle birlikte imzalamıştır.  Anlaşma, sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğun ortadan kaldırılması bağlamında BMİDÇS’nin uygulamasını geliştirmeyi hedeflemektedir. Anlaşmanın uzun dönemli hedefi, küresel ortalama sıcaklık artışının sanayileşme öncesi döneme göre 2°C altında tutulması; düşük sera gazı emisyonlu kalkınmanın temin edilmesi ve bunlar gerçekleştirilirken, gıda üretiminin zarar görmemesi diğer bir temel hedef olarak belirtilmektedir.

 Gerek belirtilen hedeflere ulaşmada, gerek diğer maddelerde uygulamada “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar ve göreceli kabiliyetler”  ilkesi prensip olarak benimsenmiştir. Anılan ilke uyarınca ülkelerin gerçekleştirecekleri azaltım, uyum, finans, teknoloji transferi ve kapasite inşası konusundaki Anlaşma’nın temel hedefini yerine getirmeye yönelik faaliyetlerinin yer aldığı “Ulusal Katkı Beyanlarını” her 5 yılda bir sunmaları öngörülmüştür.  Türkiye, Paris Anlaşmasına taraf olmamakla birlikte, Niyet Edilen Ulusal Katkı Beyanını  30 Eylül 2015 tarihinde Sözleşme Sekretaryasına sunmuştur. Türkiye’nin ulusal katkı beyanına göre, sera gazı emisyonlarının 2030 yılında referans senaryoya (BAU) göre artıştan  %21 oranına kadar azaltılması öngörülmüştür.

 

Türkiye tarafından Niyet Edilen Ulusal Katkı Beyanı'nın bir kısmından bahsetmek gerekirse:

Türkiye de yukarıda yer verildiği gibi Niyet Edilen Ulusal Katkı Beyanı'nı açıklamıştır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından  “Paris Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun” 7 Ekim 2021 tarihli ve 31621 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.

 

Ayrıntılı bilgiye Dış İşleri Bakanlığı'nın resmi internet sitesinden ulaşabilirsiniz: http://www.mfa.gov.tr/